“UÇAN SARAY”LA DİLENMEYE GİTMEK
“Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece,
Onun çevresinde dönen aldatıcı güneştir.” (Karl Marx, Din üzerine)
Din, bilinen ya da halkın anladığı yalın ve içten “Allah İnancı” değil, insanlararası farklılığın bir göstergesidir. Bu nedenle ve kuşkusuz insanlararası sınıflaşma ile doğdu ve buna önceden de var olan kimi etmenler eklendi. “Din”lerin işlevleri, insanlar arası sınıf farklılıklarının “kutsal zırha” büründürülerek ideolojileştirilmesidir. “Kutsal zırh” yerleşik ve mitolojik olan insan-halk geçmişinin herkesçe kabul edilen ve binlerce yıllık birikimlerin yaşanmışlık ya da yaşatılmışlıklara verili koşullardaki eşitliksizlikler ve farkılıklara monte edilmesidir. Bu bağlamda verili koşulların varettiği dünyevi somut koşullar-eşitsizliklerin dışında gizli ve yüce bir güce atfedilenler, kesinlikle mitolojik ve çoğu kez folklorik geçmiştir. Ve hemen belirtelim ki bugün “din” diye adlandırılan manzumeler-yaptırımlar bütünü mitolojik-folklorik geçmişle somut dünya işlerinin birleşimidir. Ve bu bağlamda “gökyüzündeki eşsiz ve yüce güç”e mal edilerek “semavi” diye adlandırılan “kitabi”dirler dünya işlerini düzenlemeye yöneliktirler. Kesinlikle kendiliğinden ve otomatik olarak salt mitolojik-folklorik sınırlarına çekilmez; yani kendiliğinden ve doğası gereği laik olmazlar. Hemen somut bir örnek vermek gerekirse RTE’in “nass”-din kurallarına dayandırdığı faiz konusu akla gelebilir. Faiz, doğru ve yanlışlığı dışında, insanlar arasında ve bu dünyaya ait bir konudur. Bu nedenle pratik uygulama ve davranışlarla kitapta yazıldığı iddia edilenler arasındaki çelişki/tenakuz bir yana, dünyevi bir konuyu “kitap” (Allah)a dayandırmak en hafif deyimle totaliterizmdir.
“Kitabi dinler”in ilki ve temeli Yahudilik, Yahudi/İsrail kralları (peygamberleri-kitaplarına dayalıdır. Yahudi/İsrail boyunun zamandaki koşullarının kendine göre çözümünü öngörür. İslamiyet-peygamber ve kitabı tarafından yadsınan bir tarafı olmadığı gibi, tümü onaylanmaktadır. Yahudilik, bir kavim-ulus-etnik grup ideolojisi olarak inanç değil dünya işlerini düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu nedenle evrensel değil, yerel ve dünyasaldır. Bu kavmin bir toprağa/vatana kavuşup yerleşmeleri ulusal birliklerini (devlet) oluşturma işlevine yöneliktir. Peygamberleri de bu kavmin kralları-otonomlarıdır.
Hıristiyanlık bir din değil, Yahudilik kurallarının İsa tarafından yeniden yorumlanışı olarak doğdu. Yahudi toplumunun Roma bağımlılığından kurtulma mücadelesiydi. İsa öldürüldüğünde “bağımsız” din adamı, hele hele peygamberi hiç değil, Yahudi kurtuluş savaşçısı bir din adamıydı. Ölümünden iki yüz yıl sonra havarisi Paulus vd. “aklında kalanları” (!) toplayarak din kuralları ve Roma’ya bağlılık ilkeleri haline getirdi. İncil sonraki diğer havarilerin de “katkı”larıyla oluşturulmuş bir “kutsal kitap”dır. Otoriteye kesin ve kayıtsız itaatı şart koşup karşı gelmenin Allah’a karşı gelmek olduğunu vazeder.
RTE’de gayet tutarlı olarak islamiyete bağlı olarak insanlar arasında ayrım yapar. Ve üreten, yaratan emekçileri değil, bunun karşıtı olanların, onların üretimlerine el koyanların yanında yer alır. Kendisi ekonomi tedrisatı yaptığını ve ekonominin kitabını yazdığını iddia eder. Gördüğü üniversite tedrisatını şimdiye dek diplomalandıramadığı halde, İslam olarak esas aldığı Kuran ve din emirleri-kurallarıdır. Biraz Can Yücel’lik yaparsak biz din kuralları olarak “nass”ı esas almaktansa üreten ve yaratan olduğu için “nas” (halk)ı esas almaktayız. İslami kuralların en başta geleni insanların eşitsizlikliğini şart koşmaktır. Allah insanları “rızk”ları bazılarına az, bazılarına fazla olacak şekilde sınıfsal olarak farklı yaratmıştır. Bu genel doğruyu hiç bir İslamcı da karşıtı da yadsımaz. İslama göre bu farklılığın yok olmasını bir kenara bırakıp azaltılmasını talep etmek bile islamiyete aykırı görülür. İktidarın ilk yıllarında Ankara’da toplanıp haklarını almak için mücadele eden Tekel İşçileri’ni “sınıf mücadelesi yapmak”la suçlamıştı. Yine 1 Mayıs 2008’de DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’na yönelik olarak ve onu hakir görerek “Ayakların baş olduğu nerede görülmüştür?” demişti. Oysa kendisi ve İslamcıların hepsi “rızkları fazla verilenler” yanında yer alarak sınıf mücadelesinde bizzat, tam içinde ama ters tarafta yer almaktadırlar. Birileri çöpten yiyecek, ekmek toplarken birilerinin rezidanslarda su tesisatı altın kaplamalı villalarda yaşamaları nereden vaki oldu, oluyor?…
Eğri oturup doğru konuşulursa Kuran, din örtülü iktisat (ekonomi) kitabıdır. İslamiyet Kuran’la Araplar’ın göçer kesimlerinin soygun-ganimet ihtiyaçlarıyla yerleşik kesimlerinin ticaret uğraşımlarını “Allah emirleri”yle kurallara bağlamaktadır. (Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri, s:177) RTE’in “kitabını yazdım” dediği ekonomi bu esaslara dayanır. Bunun en somut göstergesi AKP döneminde üretime dayalı bırakın bir fabrikayı en küçük kasabada dahi bir atölye bile kurulmadığı , inşaattan başka bir uğraşı yapılmadığıdır. Elbette sömürücü eşitsizlikçiliği nedeniyle kapitalist ilişkilere eklenme ve bundan nemalanmadır. Ve elbette otoriteye kayıtsız şartsız bağlılık nedeniyle emperyalizme bağlılıktır.
Halk, üretici, emekçi karşıtlığı İslamiyetin ilk ve temel özelliği olarak Selçuklu ve Osmanlı’da da hakiki öğe olduğu solda olmayan tarihçilerde bile belirlenmiştir. (Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), s:217) Osmanlı Anadoluluğu’nun insan kaynağını, doğasını ve mali gücünü kendi “ihtişam”ı için yok ederek kullanmıştır. (Agy) Bunu da utanmak bir yana öğünerek:
“Mal der Hindistan,
Akıl der Frengistan,
Haşmet der Al-i Osman.” diyerek dile getirmiştir. Bunun karşısında reaya (sürü) adını taktığı çiftçi/üretici durumunu:
“Eleği tel, saçı yel;
Eli hamir, karnı aç” diyerek dile getirmiştir. Bu deyiş çocukluk ve gençliğimizi yaşadığımız Uşak-Ulubey’de:
“Tıngır elek tıngır saç, Elim hamur karnım aç” şeklinde hala yaşar. Bununla kalmadı ihtişamıyla öğünen Osmanlı, hem de sağçı-ırkçı bir şair-yazarın derlemesiyle:
“Şalvarı şaltak Osmanlı,
Eğeri kaltak Osmanlı.
Eken de biçen de yok,
Yiyen de biçen de yok,
Yiyen de ortak Osmanlı” diye nitelendi. (Asman Atilla, Afyon Türküleri) Yine daha yakın ve belirgin olarak Konya atasözündeki “Beyle bostan ekenin ardında hıyar biter!” sözünde kendini bulur. Özcesi islamiyetten sonra daha belirginleşen sınıflı sömürülü yaşam pratiği Selçuklu-Osmanlı’da “Etrak-ı bidrak” (akılsız Türkler) “her mahallede bir milyoner hatta milyarder” yetiştirerek “muasırlaşacağımız” kemalist dönemde:
“Halk denize hücum ettiğinden millete denize girecek yer kalmadı” demeye ulaştı. Yani halka-üreten-yaratanlara egemen “rızk fazla”ların bakışı hiç değişmedi. Halkımızı ve bizi şu fıkradan daha iyi betimleyemeyiz:
Kendilerini Cennette Sanıyorlar
Bir Alman, Bir Fransız bir de Türk bir resim müzesine gitmişler. Tabloları dikkatle inceleyip birbirlerine yorumlar yapıp fikirlerini söylerlerken Adem ile Havva’nın bilinen tablosu önüne gelmişler. İncelemeleri doygunluğa erince Alman atılıp:
Bunlar kesinlikle Alman’dır. Vücutları son derece gelişmiş, güçlü kuvvetliler” demiş. Fransız:
-Hayır, bunlar kesinlikle Fransız. Vücutları çok estetik ve sanatkarane demiş. Türk ikiniz de haksızsınız, bunlar kesinlikle Türk’tür. Baksanıza üstte yok başta yok neredeyse çıplaklar. Sadece bir incir yaprağı var üzerlerinde. Ellerinde bir elma var, onu da ne yapacağını bilemeyip birbirlerine ikram ediyorlar. Bu kötü durumlarına rağmen, memnun bir yüz ifadesi takınmışlar. Kendilerini cennette sanıyorlar…”
Emperyalizmle bütün ilişkiler koparılmalı, ülke bağımsızlaştırılmalı, bütün ikili anlaşmalar iptal edilmeli; üretenin yöneten olacağı düzenin kurulması için kitleler bir an önce ve en sağılıklı biçimde örgütlendirilmelidir.