25. Uluslararası Adana Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu da dahil olmak üzere üç ödülle dönen Sibel, hikâyesinin yanı sıra Damla Sönmez’in oyunculuğuyla da öne çıkıyor. Sibel tartışmasız 2018 yılının önemli işlerinden biriydi.
Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin yönettiği film, her şeyden önce bir kadının kendini bulma, gerçekleştirme ve kabul ettirme çabasının hikayesi. Sinemamızda kadın öyküleri yeteri kadar işlenmiyor. Bu açıdan bile ciddiyetle ortaya konmuş bu çaba özel bir ilgiyi hak ediyor.
Kurtları avlarken
Baş karakter Sibel dilsiz biri ve yaşadığı küçük Karadeniz köyünün insanları tarafından ‘uğursuz’ olarak görülüyor, dışlanıyor ve hakarete uğruyor. Ailesiyle ıslık çalarak iletişim kuruyor. Sırtında tüfeğiyle dağlarda gezerek köyü tedirgin eden kurtları avlamak için tuzaklar kuruyor ve açıkçası güçlüden çok yabani gözüküyor. Sibel aslında kurdun peşine düşerek dışlandığı toplumla bir bağ kurmak istiyor. Kendini kanıtlamaya ve dışlanmışlığı yenmeye çalışıyor.
Köyün muhtarı ve bakkalı olan, belinde sürekli silahıyla gezen bir adam Sibel’in babası. Kız kardeşine karşı bilindik erkek egemen kısıtlamaları dayatırken Sibel tüm bunlardan muaf şekilde istediği gibi eve gelip gidebiliyor. Babasının Sibel’e tanıdığı serbesti yalnıza sevgiye (veya acımaya) dayanmıyor. Sibel babasının gözünde “kadın” değil ve bu sebeple baskıdan muaf. Sibel onun gözünde eksik biri ve hiçbir egemen ahlaki normu tehdit etmiyor. Diğerleri gibi kurallara tabi olmak zorunda değil. Sahip olduğu hürriyetin arkasında “eksikliğinin” olması Sibel’i özgürleştiren değil bastıran bir olgu. Yine de Sibel’in babasına karşı duyduğu sevgiyi hissedebiliyoruz. Hor görülme ve sevgisizlik karşısında en küçük şefkat kırıntısına sıkıca tutunma güdüsü hepimize tanıdık gelecektir.
Film akarken Sibel’in hazırladığı tuzakların birine Ali isimli bir genç düşüyor ve yaralanıyor. Sibel onunla ilgileniyor ve aralarında bir ilişki gelişiyor. Sibel bu noktada değişmeye başlıyor. Kıyafetleri değişiyor, makyaj yapmaya bile başlıyor ancak yine de köy tarafından dışlanmaya devam ediyor. Başka bir ‘öteki’ olan Ali ise Sibel’de tetiklediği değişim dışında hikâyenin içinde bir gizem olarak kalıyor. Çok farklı bir öyküsü ve politik bir derdi olan Ali’nin ne olduğu asla o köy ortamında anlam kazanamayacağı ve çözülemeyeceğine göre de bilinmez olarak kalması mantıklı gibi duruyor.
Toplumla bağ kurmak, kabul edilmek ve kendini bulmak isteyen Sibel filmin sonunda son değişimini de yaşıyor. Uyum sağlamaktan ve kendini köye kanıtlamaktan vazgeçip “olduğu gibi olma” kararını kardeşini servise götürürken gösterdiği gururdan anlayabiliyoruz. Artık Sibel elinde tüfeğiyle kurt avlamaya gittiği hallerine kıyasla daha güçlü bir kadın.
‘Katı olan her şey buharlaşıyor’
Kadrajların çok güzel olduğu tartışmasız. Taşra filmlerinde görmeye alışık olmadığımız biçimde aktüel kameranın ustaca kullanımı, hikâyeyi Sibel’in gözlerinden görmemizi, onu hissedebilmemizi sağlıyor.
Senaryoya gelirsek; Sibel’in sağlam bir alt metni var. Ancak ne yazık ki film, iyi bir hikâyenin iyi bir senaryo anlamına gelmediğini kanıtlıyor. Hikâyenin odağı ara sıra kayabiliyor ve diyaloglar bazen zihin tırmalayacak kadar yüzeyselleşebiliyor. Hatta Sibel’i oynayan Damla Sönmez’in bu kadar parlaması ve filmi sırtlamayı başarabilmesinin sebebinin de konuşmak yerine ıslık çalıyor olması muhtemel. Karakterin diyalogsuzluğu ve Sönmez’in özellikle gözleriyle gerçekleştirdiği iletişim Sibel’i derinleştiriyor.
Son olarak katı olan her şeyin buharlaştığı bir çağdayız. Bütün alışkanlıklar, keskin tavır alışlar ve zihnimizdeki kesinlikler çözülüyor. Yerellik eskisi kadar güçlü bir olgu değil. Sistem herkesi ve her şeyi aynılaştırma eğiliminde. Böyle bir zamanda sürekli silah taşıyan Karadenizli erkek veya engellilerle açıkça dalga geçen köylüler gibi şeyler bu kadar olağan mı gerçekten? Dışlanma hemen her zaman bir şefkat görüntüsü altına gizlenmez mi? Örneğin Sibel’in babası bir açıdan gerçekçi durmuyor. Baba klişe bir karakter değil; sürekli silah taşıyacak kadar gelenekçi ama kızını da ‘rahat’ bırakacak farklı. Ancak kişiliğindeki bu kontrast, gerçekliği sorgulanır bir geleneğin taşıyıcısı olmaya dayanınca sakil duruyor. Tüm bunlar belki yurt dışı izleyicisi tarafından fark edilmeyebilir ama Türkiye izleyicisi açısından öykünün kabullenilmesinde zorluklar yaratıyor. Fakat odakta hikâyenin geçtiği yerellik yerine Sibel’in olması en azından bütün bu aksaklıkların filmi yıkmasına engel oluyor.