“Bu zor zamanlarda yürekli olmalı ve başını dik tutmalısın. Dünya cesurlara aittir.”
(JennyMarx)
Belgeseller gerçekliği yoğunlaştıran dolayısıyla onu daha derinden kavramamızı mümkün kılan yanlarıyla duyarlılığımızı artıran bir etkide bulunur. Dijital medya platformu “140journos”un yaptığı Selahattin Demirtaş’ın ailesinin yaşadıklarını temel alan “Coğrafya Kader” isimli belgesel gözümün erişemediği yerde yaşananı hemen önüme, yanı başıma getiriyor. Demirtaş ailesinin gerçeği usul usul akıyor içime. Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş derler ya, göze yakın olan gönüle de yakın oluyormuş demek ki.
Selahattin Demirtaş evinden 1700 kilometre uzaklıkta Edirne F Tipi Hapishanesi’nden konuşuyor belgeselde. Telefonda. Anne Başak Demirtaş, kızları Delal ve Dılda sanki kışın sıcak bir sobanın başında ısınırmış gibi telefonun etrafında toplanmış özlemle babalarını dinliyorlar. 13 yaşında koparıldığı kızı Delal’in 17. yaş gününü hücresinde bisküviden yapacağı pastayla kutlayacağını söylüyor Demirtaş. Edirne F Tipi’nde bir hücrede olmanın, bisküviden pasta yapmanın ve çocuğundan uzak olmanın nasıl bir şey olduğunu bildiğimden olsa gerek hüzün basıyor içimi, canım yanıyor, yüreğim ağlıyor.
Yazı için klavyenin başına geçtiğim saatlerde Selahattin Demirtaş, Bülent Arınç sayesinde ülkenin en çok anılan kişisi olmuş durumda neredeyse. Ancak çoğu benimle aynı duygusal frekansta değil onun ismini anarken. Küfür kıyamet gidiyorlar. Terörist, hain, gözünü kan bürümüş cani olarak bahsediyorlar ondan. Lafa gelince hepsi mert delikanlı raconları kesmeyi seven zevat, hücreye sıkıştırılmış, kendini savunamayacak Demirtaş’a saldırıyor. Onu savunabilecek olanlara kapalı ekranlarda, çoğu sahip oldukları konumu siyasal iktidar yalakalığıyla elde etmiş kişiler pahalı takım elbiseleriyle çalım satarak çemkiriyorlar. Işıklar içinde uyusun, yorgun argın gördüğü evlatlarına “malamın şewiti” diye vahlanan annemin, öfkelendiğinde kullandığı en ağır söz geliyor aklıma: “sizin burnunuzun ucunda namus yok” diyorum içimden. Yok, gerçekten yok. Selahattin Demirtaş kadar taş düşsün başınıza…
Hukuğun, adaletin esamisinin okunmadığı yargısal bir tiyatro ile esaret alındı Demirtaş. “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek karşısına dikildiği irade “seni içeri tıkacağız ve özgür bırakmayacağız” dedi. 4 yıldır hapishanede tutuluyor.
Yıllar önce Londra’da siyasal bir kitle toplantı sonrası gidilen Kürt restoranında karşılaşmıştım onunla. Önümüze gelmiş iştah açıcı koca tabağa bakıp sormuştum, her gittiği yerde böylesi bir ikramla karşılaşıp da nasıl kilo almadan kalabildiğini. Pek yemek yediğimiz söylenemez mealinde bir şey söylemiş, şaşkınlığa düşüşüm karşısında ise “birazdan görürsün” demişti. Birkaç lokma yedikten sonra organizasyon komitesinden gelen bir kişi “başkanım sizinle fotoğraf çektirmek istiyorlar” ricasını iletmiş o da hiç itiraz etmeden çatalı kaşığı bırakıp upuzun bir kuyruk oluşturulmuş sevenleriyle fotoğraf çektirmeye başlamıştı. Tabaklar toplanmaya başlandığında Demirtaş hala sevenleriyle fotoğraf çektiriyordu olanca kibarlığı ve sıcaklığıyla. Aç karnına. Karnın doymasıyla ruhun doyması arasında ters bir açı olur kimi zaman. Karın açken ruh doygun, hapishanedeyken de özgür olursun.
Şovenizmin ziftiyle kararmış yüreklerde Kürt halkının çektiği acılara, politikacılarının maruz kaldığı eziyete karşı bir damla duygu yeşermez. Zaten varsın çölleşmiş yüreklerde yerin olmasın Demirtaş. Çekilen acılar, katlanılan zorluklar özgürlüğün bedeli, birer şeref madalyası olarak taşınacak göğüslerde her zaman.
Sendikalı oldukları için işten atılan, direnişe geçen ve Ankara’ya yürüyen işçinin, şiddete karşı alanlarda sesini yükselten kadınların önlerine dikilen barikatlara yüklenenler çoğalacak, helikopterlerden atılan, güpegündüz kurşunlanan bedenlerin duyduğu acılar duyumsanacak. Hapishanelerdeki özgür tutsaklar dışarı çıkacak. Devran dönecek…