Gazete Yolculuk Haber Merkezi – Uğur Demirbilek
“Hayatta kalamayacağım bir iklimde, yapayalnız bırakılmışlığımın öfkesiyle…
Yeminimden döneceğim ve kendi yaratıcısına kinlenen bir gergedana dönüşeceğim.”
Mine Söğüt, gazetecilik geçmişi olan bir yazar. Adalet Cimcoz: Bir Yaşamöyküsü Denemesi ile giriş yaptığı edebiyat dünyasında Deli Kadın Hikâyeleri ve Gergedan ile daha da ilerlemiş; yazarlık serüveninin genelinde okurunun neyi görmekte zorlandığını ve bakmadığı yerde neyi görmesi gerektiğini işaret etmeye çabalamıştı.
Son kitabı Alayına İsyan ise şubat ayında yayımlandı. Hâlen Cumhuriyet’te yazmayı sürdürüyor.
Söğüt bir edebiyatçı olarak yapıtlarında aksayan, çürüyen, karanlık ve sert bir dünyayı işleyip de buradan anlamsızlığa ve umutsuzluğa varmamayı başararak zor bir işin altından kalkıyor. Gergedan kitabında geçen bir cümlesi şöyle: “Tanrı dünyayı 6 günde yarattı, 7’nci gün utandı”. Burada karanlıkta kalmış insan onuruna yönelik güzel bir uyarı var.
“Arada bir kedi eziyorsun. Sonra bir sincap. Sonra bir kirpi. Sonra köpek. Sonra ne olduğu anlaşılamayan şey. Sonra bir gelincik. Geç. Bir tilki. Geç. Bir kaplumbağa. Geç. Bir tavuk. Geç. Bir kertenkele. Geç geç. Bir yılan. Geçiniz. Bir kunduz. Geçiniz. Bir ceylan. Bir gelincik. Onu da geçiniz. Bir inek. Geç. Bir koyun. Geç. Bir devekuşu. Geç geç geç. Bir ejderha. Geç geç.”
Bir yazarın doğrudan deneyimlemediği veya temas etmediği şeyleri yazmasının yolu, bir yönteme sahip olmasıdır. Söğüt’ün tüm yazdıklarında hissettiğimiz bir durum var; insanın altında ezilebileceği olgulara soğukkanlılıkla yaklaşıyor. Bu soğukkanlılık da ele aldığı felaket tablosuna çözüm arayan bir bakışın sayesinde ortaya çıkıyor. Söğüt’ün özgünlüğünün de bu soğukkanlılığında yattığını söylemek mümkün. Yakıcı bir olguya böylesine yaklaşabilmek, meselenin sonunda umutsuzluğa varmamıza engel oluyor.
“Bir Zümrüdüanka eziyorsun.
Geçiyorsun.
Bir gergedan eziyorsun.
Geçiyorsun.”
Yeryüzünün gerçek tanrıları tekerlerinin altında, bağırsakları dışarıda. Herkesle beraber irili ufaklı kan lekeleri bıraka bıraka ardında işe gidip geliyorsun.”*
Mine Söğüt bir röportajında “Mutluyum ama kör değilim” demişti. Üzerine düşünülmesi gereken ve ilham veren bir cümle olduğu aşikâr. Bu sebeplerden ötürü kendisiyle yazarlık, edebiyat ve siyaset üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yazar olarak ise sert, karanlık hikayeler ve karakterler işliyorsunuz. Yapıtlarınızdan murad ettiğiniz nedir? Umduğunuz sonuçları alıyor musunuz?
Umduğum tek şey farkındalık. Eğer yazdıklarım birilerinin daha önce sormadığı bazı sorular sormasına hem sistemden hem de kendinden şüphe duymasına ve bazı şeylere öfkelenip itiraz etmesine yol açıyorsa kendimi doğru yolda hissediyorum.
İnsanların yaşamı parçalı, anlamsız tesadüfler şeklinde algıladığı bir çağda yaşıyoruz. Özellikle medya ve iletişim araçlarının gelişimi on yıllardır bu durumu güçlendiriyor gibi görünüyor. Bu sebeple okur algısının gerçekçiliği “gerçekçi” bulmadığı fikrine katılır mısınız?
Aslında yaşam gerçekten parçalı ve anlamsız tesadüflerden oluşuyor olabilir. Bunda bir sorun yok. Asıl sorun bizim bu parçalara ve anlamsızlıklara yüklediğimiz anlamlar. Hem cehennemi hem cenneti hayal ve tarif edebilen insanın neden bu dünyada cennet yerine cehennemi gerçekleştirmeyi tercih ettiğini sorguluyorum. Benim kurcaladığım gerçeklik bu. İnsanlığın ısrarla görmezden geldiği bu gerçeklikle yüzleştiğimizde arayacağımız alternatiflerden umutluyum. Ama insanlığın gerçeklerle imtihanda hem sınıfta kaldığı gerçeği de ortada.
Ekonomik kriz, siyasal bunalım, Suriye ve Kafkasya başta olmak üzere bölgesel savaş… Türkiye ağır bir süreçten geçiyor, orta sınıf yavaşça çözülüyor. Gergedan’da şu an çözülmekte olan orta sınıfı da ele alıp bir ahlak sorgulaması yapıyorsunuz. “Orta sınıf ahlakı” denilen mefhuma nasıl bakıyorsunuz?
Kolaycı ahlak zorlayıcı felsefe karşısında hep zafer kazanır. Bunda şaşılacak bir şey yok. Benim yapmaya çalıştığım şey bir düşünce biçimini kayda geçirmek. Orta sınıf kendi ahlakıyla yüzleşerek değişemez. Ancak büyük yıkımlarla ve o yıkımlar sırasında kazara ya da can havliyle belki tutunabileceği aydınlık felsefelerin liderliğiyle sıçramalar yapabilir.
Ahlak, din, siyaset, toplumsal cinsiyet gibi pek çok meseleyi sorguluyorsunuz. Edebiyatçıların siyasetle ve toplumsal mücadelelerle bağı nasıl olmalı? Türkiye’de genel olarak böyle bir bağın olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu bireysel bir bağdır, mesleki bir bağdan bahsetmek bence zorlayıcı olur. Bir edebiyatçı pekâlâ siyasi ya da sosyal gündemden bağımsız kaygılarla da yazabilir. Edebiyatçının ve sanatçının ortak hikayesi baskılar ve yasaklar karşısında aldığı tavırda başlar. Yasakları, tabuları olan sanat eksik sanattır. O yüzden illa siyaseten ya da sosyal ve toplumsal sorumluluklar yüzünden değil sadece kendi yaratıcı özgürlüğü nedeniyle sanatçı tabu tanımaz, yasak kabul etmez olmalıdır. Tabular sanatı, yaratıcılığı eksik kılar, sakat bırakırlar. Eksikliği ya da sakatlığı göze alan sanatçılar pekâlâ üretken olabilirler ama yapıtları tarihe hep bu notla düşülür.
İktidar tarafından bilinçli şekilde pompalanan bir anti entelektüalizmin olduğu aşikâr. Bu uzun yıllara yayılan süreç sanatçıları, onların toplumdaki algılanma biçimini ve somut olarak yaşamlarını nasıl etkiledi?
Sansür bir sorun değildir. İktidarların gerçek dilini ve niyetini kayda geçirir. Sorun oto sansürdedir. İktidarın pompaladığı anti entelektüalizme direnmeyen, iktidarın hedefinde olmaktan korktuğu için dilini ve aklını törpüleyen sanatçı faşizme iktidardan daha çok hizmet eder. O yüzden böyle olağanüstü zamanlarda sanatçının mutsuzu, başı dertte olanı, işi gücü yolunda gitmeyeni makbuldür. Şu anda bu ülkede çoğu sanatçının, yazarın zar zor ayakta durduğu, gazetecilerin hapis yattığı, ülkeden sürüldüğü düşünülürse… Hala umut var demektir.
*Alıntılar Gergedan kitabından.